Bir uygarlaşma süreciydi, tarihten bu yana gelen kaçınılmaz bir ilerleyişin adıydı zaman. Peki nasıl bir süreçti ki kimini telaşlı koşuşturmalar içinde bırakırken, kimini olduğu yerde bırakıyordu. Kimine tiktakları sayarak koşturturken, kimine tiktakları duyarak vakit kaybettirirken, kimine her bir saniyenin anlamını hissettirerek olgunluk katıyordu.
Nasıl bir kavram ki zaman, insanoğlunu halden hale sokabiliyordu?
Bir bebeğin ağlamasıydı zamana ilk başkaldırış, sütündeki ilk tattı yorumlayışı ve emeklemesiydi zamana alışkanlık. Yürümesiydi zamana yetişmesi, ilk anne deyişindeki sevinçli bir telaş ve algılayıştı akıp giden 'an'. İlk hüzündü okula başladığında ki koşuşturma. Hem de dur durak bilmeyen koşuşturma. Yıllar yılları kovalarken değişen çevre, eğitim, öğrenim, bilim ve belki de bomboş giden koskoca yıllar..
Bu yüzdendi bir bebeğin doğarken ağlaması, alışkanlığıydı susması, algılayışıydı oluşacak karakteri.
... ve zaman daha nicelerine hayat verirken, nicelerini öldürecekti..
Bilinçli bir bireyin adım adım büyümesiydi aslında zaman. Kimine bilinçli kimine safça bir algılayış katıyordu. Derken karakter oluşuyordu. Her bir bireyden farklı bir algı, farklı bir nesil dünyaya geliyordu. Bizimle olmadı geçmiş, geleceğin bütününe ulaşacak birer parçayı dolduruyorduk sadece.. Kocaman bir bütün, hayal edilemeyecek kadar büyük, görkemli koskoca bir dünya.. Zaman, nasılda hepsini alıyordu içine..
Peki ya 'biz' hangi parçada yer alıyorduk?
Beyhude beyinlerde, bir eşyanın dengesini sağlamak için köşeye sıkıştırılan parça gibi miydik? Yoksa geçmişinde olamayacağımız bireylere, ardımızda bıraktığımız bir eser mi?
Okumak, bilmek, olgunluk ve bunların insana kattığı değer. Düşüncelerimiz ve bir başkasında bulduğu mana..
Zaman hepsini kapsıyordu bilinçsizce koştururken anlamını unuttuğumuz bir tanım içinde. Gözlerini açan görüyordu, nereye bakması gerektiğini bilen buluyordu, aklını kullanan kazanıyordu.
Derken yine zaman akıp gidiyordu. Önemli olan tiktaklara kapılmadan amaca koşmaktı. Zamana yetişmek değil, an'a yetişmekti. Çünkü geçmiş vardı, gelecek olacaktı ama 'an' bir bilinmezliğin adıydı ve an'ı yaşamasını bilen geleceğine, hissedebileği her bir sonraki an'a değer, mutluluk katıyordu.
Zaman yine akıp gidiyordu evet.. Nereye gidiyordu ya da biz nereye gidiyorduk. Tenimizde oluşan bir kırışıklık mıydı zamanı gösteren yoksa olgun bir bilinç miydi? Elimizdeki o koca heybe içine ömrümüz boyunca ne dolduruyorduk? Sorular, cevaplar, tecrübeler ve kendi oluşturduğumuz tanımlar türüyordu karşılığında. Peki doğru olan hangisiydi?
Herkes kendi içinde yaşıyor, kendi cevaplarını buluyordu.. Zaman akıp gidiyordu, kalıcı olan ise her bir bireyin kendi dünyasından kopup bir başka beyinde bıraktığı tohum oluyordu. Her bir tohum kocaman bir ağaç oluyordu kökü Hz. Adem'e dayanan.. Belki de asıl sorulması gereken soru şuydu: Bu ağacın çürük bir meyvesi olarak mı dünyaya veda ettik yoksa olgun bir meyve ile bir başka dünyaya unutulmayacak bir tat katarak mı?
Sorduk belki.. Fakat önemli olan sormak değil verdiğimiz cevabın gerçekliğini ne kadar kaldırabildiğimizdi, sonrasında hayata geçirdiğimiz eylemlerdi. Yaş 18, yaş 20, yaş 25, yaş 30 derken yaş 60.. Dilimizde tükenmeyen bir söz, 'yıllar yılları kovaladı' peki ya biz neyi kovaladık ya da neyi yakaladık?
Evet zaman akıp gidiyor fakat bizden neyi alıyor, neyi bırakıyor? Bu zaman içinde biz kendimize neyi veriyoruz? Hak ettiğimiz değeri mi yoksa yavaş yavaş bir çukurun içine mi bırakıyoruz kendimizi?
Zaman akıp gidiyordu evet ve bu zamana biz ya büyük bir hazine kaptırıyorduk ya da miras bırakabileceğimiz bir mağara dolusu hazinenin adresini Kırk Haramiler'in hikayesinde saklıyorduk...
Anahtar Kelimeler: Fikriye Aygören , Zaman , Saat , Zamanla Biz , Yıllar