Ben küçükken ders çalışmayı hiç sevmezdim. Bana göre okul, çok gereksizdi. Ders dinlemek dünyanın en sıkıcı şeyiydi. Zaten öğretmenlerin anlattıklarından da bir şey anlamazdım. Sınıfın pencerelerinden martıları izlemek çok daha eğlenceliydi. Keşke hiç ders olmasaydı, keşke hiç ödev olmasaydı, keşke okul hep teneffüs olsaydı…
Türlü yalanlar söyleyerek, ödevlerimi sonraki güne ertelerdim. Sınavlardan kötü not alınca çok üzülür; annem, babam sevinsin diye çok çalışmaya karar verirdim ama ders çalışmak için masanın başına oturduğumda bir türlü kendime verdiğim sözü tutamazdım; oyun oynamak çok daha eğlenceli gelirdi.
İlkokulun ilk beş yılı böyle geçti. Ağustos böceği anlayışıyla ilkokul beşinci sınıfa kadar ilerledim ama ilkokul beşte sınıfta kaldım. Sonraki bir iki yıl, kendimi biraz toparladım ama eski alışkanlıklarımdan tam anlamıyla kurtulamadığım için ortaokul ikide tekrar sınıfta kaldım.
Çocukluğumda her yaz, önce babamın sonra da annemin memleketine gider, birkaç hafta kalır, okulların açılmasına kısa bir süre kala İstanbul’a dönerdik. Ortaokul son sınıfa geçtiğim yaz, babamın doğduğu evde bir akşam üzeri hiç unutmadığım bir şey oldu. Ben birinci katın penceresinden dışarıyı seyrederken, benim tam altımda, sokak kapısının girişinde, yengemle bir komşusunun konuşmalarına kulak misafiri oldum. Yengem, köylerindeki bir çocuktan bahsediyordu: Köydeki ilkokul ve ortaokulu bitirdikten sonra liseyi İstanbul’da okuduğunu ve olağanüstü başarılı olduğu için yurtdışına burslu gittiğini, üniversiteyi birincilikle bitirerek Türkiye’ye döndüğünü, Dış İşleri Bakanlığına girdiğini, çok başarılı bir diplomat olduğunu, gelecekte herkesin ondan bahsedeceğini anlatıyordu.
Yengemin anlattıklarını nefesimi tutarak dinledim. Hiç Türkçe bilmeyen birisi bile, onun ses tonundaki gururu hemen fark edebilirdi. Duyduklarım beni çok etkiledi. O diplomata o kadar imrendim, o kadar onun gibi olmak istedim ki, o gün, o saatte, ben de onun gibi çalışmaya, onun gibi başarılı olmaya karar verdim. Artık başka birisi olacaktım ve en başta annem babam, beni seven herkes benimle gurur duyacaktı. Yıllar sonra Alain De Botton’dan duyduğum gibi, ben de “Dünyadaki takdir pastasından kendime düşen payı alacaktım.”
O gün orada, sanki bir aydınlanma yaşadım. İnsanın yaptığı seçimlerle, kendi geleceğini belirleyebileceğinin ayrımına vardım. Eğer sorumluluklarımı yerine getirirsem daha iyi bir insan olabilirdim. Eğer çok çalışırsam başarılı olabilirdim. Ben de kendimi gösterebilirdim…
O günden sonra sorumluluk almak ve üstendiğim sorumluluğun gereğini yapmak hayatımın merkezine yerleşti. Giderek sorumluluklarımı sevmeye başladım. Yıllar sonra Haluk Şahin’in bir yılbaşı günü yazdığı yazıda okuduğum gibi, mutluluğun tanımlarından birinin de, insanın sorumluluklarını sevmesi olduğunu anladım.
Lise son sınıfta felsefe hocamız Verhelst, “özgür irade” kavramını anlatmak için tahtaya bir deniz ve denizin üzerine küçük bir yelkenli çizmişti. Hayatta hepimiz, kendimizi bir yelkenlinin içinde buluyorduk. Yelkenliyi kendimiz seçmiyorduk. Bazılarının yelkenlisi büyük, sağlam ve konforlu; bazılarının ise küçük hatta hasarlı bile olabiliyordu. İçinde bulunduğumuz denizi biz seçmiyorduk, bazılarının denizi fırtınalı, bazılarının süt liman olabiliyordu. Neye sahip olacağımızı biz seçemiyorduk ama hangi imkânlara sahip olursak olalım, yelkenlinin dümeni elimizdeydi. Hayatta pek çok şey, bizim irademiz dışında belirlense de dümeni nereye kıracağımızı kendimiz seçiyorduk. Denizi, rüzgârı, tekneyi değiştiremezdik ve bunları kabul etmek zorundaydık ama dümen bizdeydi. İşte bu dümen, bizim irademizde olan ve bizim hayatımızı belirleyecek en önemli araçtı.
Felsefe hocamız Verhelst’in anlattıkları beni derinden etkiledi. Benim de bazılarına kıyasla daha az şanslı olduğum pek çok konu vardı. Etrafımda benden çok daha zeki, benden daha iyi espri yapıp herkesi güldürebilen, benden daha iyi futbol, basketbol oynayan, benden çok iyi sesi olup şarkı söylediği zaman kendini dinleten, benden çok daha yer görmüş, benden daha çok bilen, benden daha başarılı arkadaşlarım vardı. Hemen her konuda benden çok daha iyi olanlar vardı ve ben onlarla kendimi kıyasladığım zaman, sanki bana verilen tekneyle denizi geçemeyecekmişim hissine kapılıyordum. Ama yine de tek çarenin elimdeki dümene sıkı sıkıya sarılmak olduğunu anlamıştım. Çok iyi düşünmeli, çok iyi karar vermeli ve nereye gideceğime odaklanıp, elimden gelenin en iyisi yapmalıydım. Eğer üzerime düşeni yaparsam, iyi bir yerlere varabilirdim.
İnsan içine doğduğu ülkeyi, ırkını seçemez. İnsan annesini, babasını, ailesini seçemez. Bunların hepsinin insanın hayatı üzerinde son derece önemli etkileri vardır ama insanın hayatını belirleyen sadece kendisine verilenler değildir. Bunlardan daha önemlisi, insanın kendine verilenlere ne yaptığıdır. İnsan her gün birçok karar verir, birçok seçim yapar. Ve aslında en çok bu seçimler, insanın nasıl bir insan olacağını, nasıl bir hayat yaşayacağını belirler.
Çalışmayı ya da aylaklık yapmayı seçmek insanın kendi tercihidir. Sorumluluk almak, üstendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmek; söz verip vermemek, verdiği sözü tutup tutmamak insanın kendi elindedir.
İnsanın ne yediği, ne yemediği kendi elindedir. İnsan isterse, fazla kilolarından kurtulabilir. Yediklerine dikkat ederek istediği gibi bir vücuda sahip olabilir.
Hareket etmek, yürüyüş yapmak insanın kendi elindedir. İnsan isterse, her ortamda her durumda spor yapabilir. (Joseph Pilates kendi ismiyle meşhur olan, egzersiz yöntemini, İkinci Dünya Savaşı sırasında, mahsur kaldığı bir adada geliştirmişti.)
İnsan, arzu ederse daha güler yüzlü, daha arkadaş canlısı olabilir. İnsanın yardım sever olup olmaması, insancıl olup olmaması da kendi tercihidir. Dışa dönük ya da içe dönük olmak gibi doğuştan gelen bir özelliğini bile insan, eğer isterse, dönüştürüp değiştirebilir. Herkesin doğuştan gelen kişilik özellikleri vardır ama bunların hepsi esneyebilen, belirli ölçüde değişebilen özelliklerdir.
İnsanın, istemediği bir alışkanlığı terk etmesi ya da olumlu yeni bir alışkanlık edinmesi de kendi özgür iradesine bağlıdır. Bunların bazıları çok zor olabilir ama önünde sonunda, insan isterse başarabilir.
Ama insan istemezse, kimsenin onu zorla değiştirmesi, dönüştürmesi mümkün değildir. Kendi rızası olmadan, kimse insanı “karakter sahibi” yapamaz. İkinci Dünya savaşında Nazi Kampında hayatını kaybeden Anne Frank’ın da söylediği gibi, “Anne babalar, çocuklarına doğruları öğretirler, onları doğru yola koyarlar ama çocukların karakterlerini oluşturmaları onların kendi seçimlerinde, kendi ellerindedir.”
Hayat sıkıntılarla doludur. Her insan, ömrü boyunca türlü zorluklar, engeller hatta düşmanlıklar ve ihanetlerle karşılaşır; ama insan –eğer isterse- bütün bunlara rağmen kendi yolunu seçip, bu yolda ilerleyebilir ve eğer şans da yardım ederse, arzu ettiği gibi bir insan olabilir, arzu ettiği yere varabilir.
Hayatta sahip olduğumuz imkanlar ve elde ettiğimiz şanslar hiç de adil dağılmıyor maalesef. Bizden daha şanslı, bizden daha imkanlı birçok insan var etrafımızda. Ama bütün bu adaletsizliğe rağmen her insanın seçim özgürlüğünün olması, özgür irade’siyle karar verebilmesi, dünyada çok adaletli dağıtılmış bir özelliktir. İsteyen herkes, bundan yararlanabilir. (Birisinin özgür iradesine engel olmak, insan hakları ihlalidir.)
İnsan, hayat yolculuğunda ilerlerken kendi özgür iradesiyle seçimler yaparak kendi karakterini oluşturur. Helen Keller’in dediği gibi, insan kendini güle oynaya geliştirmez maalesef. İnsan kendi karakterini oluştururken, dener yanılır, acı çeker ama sonunda –eğer isterse- daha iyi bir karaktere sahip olabilir.
Bizi biz yapan, seçimlerimizdir. Hayatta yaptığımız seçimler, bizi dürüst, sözüne güvenilen, sorumluluk sahibi, sevgi dolu, saygılı, alçakgönüllü, adil… iyi karakterli bir insan yapabileceği gibi tam tersine, karaktersiz bir insan da yapabilir.
İnsan, her gün yaptığı seçimler, aldığı kararlarla kendi etinden ve kemiğinden kendi karakterini inşa eder.
temelaksoy.com
Anahtar Kelimeler: İnsan , Karekter , Kişilik , İnsan Karekteri Nasıl Oluşur , Karekteri Etkileyen Faktörler