YÖK'te 10 yılı aşan bir çalışmanız var. Sizin için nasıl bir tecrübe oldu?
İlk olarak Sayın Ahmet Necdet Sezer döneminde atandım, Sayın Abdullah Gül döneminde görev sürelerim uzatıldı, son olarak da Cumhurbaşkan'ımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından başkan olarak atandım. Diğer bir ifadeyle 3 defa YÖK üyeliğine atandım ve 3 Cumhurbaşkanı'mızın da imzası var YÖK kariyerimde. Şunu öğrendim, yükseköğretimin idaresi ile profesör unvanına sahip olmak doğrudan ilişkili bir husus değil. Bu eğitim sistemi gerçekten büyük ve pek çok imkanı ve sorunu var. Bu sorunlara tecrübeyle yaklaşılmasının önemi büyüktür diye düşünüyorum. O yüzden hiçbir brifing almadım, "Bana süre verin, kurumu ve yükseköğretimi tanıyayım'' gibi kamuoyundan ve akademi camiasından bir talebim de olmadı.
Bu büyük bir avantaj...
Evet, ama dezavantajı da var. Beklenti çok yüksek oldu. Hemen gelir gelmez elimde bir sihirli değnekle bütün sorunları çözeceğim beklentisi oluştu. Biz ise program yaptık ve önceliğimizi belirledik: Kalite çıtasını yükseltmek. Sayın Cumhurbaşkanı'mızın da bizlerden beklentisi ve yönlendirmesi bu yönde. Bakın, yükseköğretimdeki okullaşma oranı Avrupa'daki ülkelerden yüksek, bu başarı yatay büyümedir. Ama derinliği kastettiğimiz bir de dikey büyüme vardır.
Yani kalite öyle mi?
Evet. Yükseköğretimdeki sayısal büyümeye kalitenin eşlik etmesi gerektiği ortada ve bu sorunları gidermede bir beklentinin olması da tabii. Başkan olarak tayinimizin hemen akabinde doktora kriterleri, temel bilimler, bazı programlara baraj gibi konularda birtakım iyileştirici kararlar aldık ve kalitede iyileştirme süreci devam edecek.
YÖK eleştirilerin odağında bir kurumdur. YÖK Başkanlığı gerçekten ateşten bir gömlek mi?
Çok doğru. Toplumun farklı kesimlerinin farklı talepleri bulunuyor. Önünüzde iki yol var. Ya popülist yaklaşımlarla "Evetçi'' olursunuz ve her teklife olumla yaklaşırsınız ya da daha gerçekçi olur, ülkenin ihtiyaçlarını ve şartlarını göz önüne alarak bazen "Hayır'' demeyi görev bilirsiniz. Tabii bir de kuruma ait algı meselesi var. YÖK'ün kurulduğu döneme ait olumsuz imajını da değiştirmek istiyoruz.
12 Eylül'den bahsediyorsunuz...
Evet. YÖK anayasal bir kurumdur. Anayasa koyucu gerekirse, yetkisini kullanır, bu kurulu kaldırır. Elbette her durumda biz işimizi doğru yapmak zorundayız. Ama mesele YÖK'ün yetkilerinin ne olacağı. Eğer gerekli yapılanmalar gerçekleştirilmez ise 1 YÖK yerine 185 YÖK ile karşılaşabiliriz ve sistemde bir dağılma söz konusu olabilir.
"YÖK'ÜN KALDIRILMASI MESELESİ BİLİMSEL BİR ORTAMDA MÜNAKAŞA EDİLMELİ"
Peki kişisel olarak sorayım, sizce YÖK kaldırılmalı mı?
YÖK ismiyle veya bir başka isimle, YÖK'ün fonksiyonlarının çoğunu devam ettirecek kurumsal bir yapıya bugün ihtiyaç olduğu gibi yarın da vardır. Bu tartışma bizi gerçeklerden uzaklaştırıyor. YÖK'ün kaldırılması yükseköğretimin iyileşmesi için düşünülüyorsa, bu çok yanlış. Çünkü eğitim-öğretim aslında bir bütün. İlköğretim, hatta onun öncesinden başlayan halkaları bulunan bir zincir bu, birbirlerini etkiliyorlar. Dolayısıyla yükseköğretimdeki iyileşme YÖK'ün kaldırılmasıyla değil, topyekün eğitim ve öğretimde iyileşme, nitelikte ve kalitede iyileşmeyle ile ancak mümkün olabilir.
"YÖK kaldırılsın" çıkışları doğru değil mi sizce?
2547'nin benim de tasvip etmediğim yönleri var; ama unutmayalım ondan daha iyi bir yasa ile kötü uygulamalar sonucu çok kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. YÖK'ün kaldırılması meselesinin bilimsel bir ortamda münakaşa edilmesi lazım. Bu da şunu gerektirir, 2547'nin yerine ikame edilecek yeni kanunun bir ruhu ve felsefesinin olması lazım. Sadece bugün yaşanılan sorunlara cevap verme amacı taşıyan bir girişim yanlış olur. Öncelikle nasıl bir eğitim-öğretim (sadece yükseköğretim de değil) bunun cevabının verilmesi lazım. Ayrıca bu cevabın çoğunluk görüşüyle değil, geniş mutabakatla kabul görmesi de lazım. Bilim çevrelerinin ve toplumun farklı kesimlerinin üzerinde uzlaşacağı bir zemin olmalı kanımca. Ondan sonra, bu temel üzerinde yeni bir inşa hareketine girişilmesi lazım.
Az önce "Eğitim-öğretimde kalite lazım" dediniz, biraz açalım mı o noktayı?
Okullaşma oranındaki büyümeye kalitedeki iyileşme eşlik etmeli. Mesela girişteki barajlar yakın dönemde 3 defa düşürüldü. Bunun eğitim-öğretime olumsuz etkileri oldu. Artık gelen öğrencilerin programların yürütülmesi için gerekli olan donanıma sahip olmadıklarına dair üniversitelerden ciddi şikayetler artmaya başladı. Ve sınavları incelediğimizde artık dört işlem bile bilemeyenlerin mühendislik programına girebildiği bir vasatın oluştuğunu görüyoruz. Üniversiteler temel sayısal becerilerin, cümle kurmanın ve muhakeme yapmanın, yabancı dilin öğretildiği kurumlar olmamalı.
Çok ciddi bir tehlike bu...
Bu, ülkenin istikbaliyle ilgili... Bu sorunun çözümü YÖK'ü aşan bir durum. Bunun için Sayın Cumhurbaşkanı'mız kaliteye önem veriyor. Bizler bu yüzden barajlar koyuyoruz, tıpta, hukukta, mühendislikte. Bunların hepsi gelen öğrencinin niteliğini sorgulayan düzenlemeler. Yükseköğretimde kalite açısından yapısal bir iyileşme bekliyorsak yoğunlaşmamız gereken lise eğitimidir. Zincirin o halkasındaki, o aşamadaki niteliği yükseltmek zorundayız. Eski lise hocalarını, yani öğrencisine hem öğretmen hem rehber olan hocaları kaybetme durumundayız. Öncelikle bunların ele alınması lazım.
Bu yüzden mi tıp, hukuk, mühendislik, mimarlık alanlarına baraj getirdiniz? Evet. Bu bölümlerin dekanları aynı programda sıralamada bininci öğrenci ile 365 bininci öğrencinin aynı anda okuduğunu söylüyorlar. Aynı sınıfta aynı müfredat, aynı öğretmen, ama öğrenciler arasındaki fark bu kadar büyük! Talepler onlardan geldi, biz olumlu yaklaştık. Bu aslında girdi odaklı niteliği artırıcı önlemlerdir.
"YETKİN MÜHENDİSLİK OLGUSUNUN TÜRKİYE'YE GİRMESİ GEREKİR"
Geri kalan alanlar ne olacak peki?
Aslında bizim isteğimiz, yükseköğretime gelen öğrencilerin programların gerektirdiği yetkinliği sağlayarak gelmeleridir. Yakın dönemde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından buna yönelik niteliğiniteliği artırıcı tedbirlerin alınacağından umutluyuz. Bir de çıktı esaslı düzenlemeler lazım. Meslek icrası için bu saydığımız programlarda sınavların yapılması gerekir.
Kim yapacak sınavı? YÖK mü?
Hayır, YÖK'ün de içinde bulunduğu ama başka paydaşların da yer alacağı sınavlar olmalı. Örneğin artık "yetkin mühendislik'' olgusunun Türkiye'ye girmesi gerekir. Doktorluk, hukuk gibi mesleklerin icrası için bu fakülte mezunlarının ayrı bir sınava girmesi yerinde olur, bunun için ise yasal düzenleme gerekiyor. Buna ilişkin önerimizi hükümete ileteceğiz. Fakat karamsarlığa da kapılmamamız gerekiyor. Bugün bizim çektiğimiz sıkıntıları bütün dünya yaşıyor aslında. Sıkıntının temelinde yükseköğretimdeki kitleselleşme trendi, okullaşma oranının birinci hedef belirlenmesi ve niteliğin sonra aranması var.
"Kitleselleşme'' derken herkesin üniversite mezunu olma isteğinden mi bahsediyoruz?
Evet. Bu durum başka sosyal sorunlara sebep oluyor. Her diploma alan iş bulma garantisinin devlet tarafından kendisine verildiğini sanıyor. Oysa öyle bir durum yok. ILO'nun son raporuna göre kalkınmakta olan ülkelerdeki üniversite mezunu kişilerin iş bulma ihtimalinin bu tahsili görmeyenlere göre düşük olduğu ortaya çıktı.
Bu çok ciddi bir tespit!
Kesinlikle. Hatta bu durum bazı ülkelerde sosyal patlamalara yol açabiliyor. Üniversite algısının değişmesi gerekiyor. Bu algıyı biz YÖK olarak tek başımıza değiştiremeyiz. YÖK, İş ve İşçi Bulma Kurumu değildir. Üniversite sadece meslek edindirmez, birinci vasfı topluma yararlı, çevresine duyarlı, dünyadaki varoluş sebeplerini daha derinlemesine kavrayabilen, entelektüel düzeyi olan insan yetiştirmedir. Fakat son dönemlerde Türkiye'nin de içinde bulunduğu küresel bir yükseköğretim algısı oluşmuştur. Üniversite hocası ve öğrencisi profili tüm dünyada maalesef değişti.
"ÜNİVERSİTENİN KİMYASI DEĞİŞTİ"
Nasıl bir profil oldu?
Üniversiteye verilen misyon ve ona bakış açısı değişti; yüksek ücretli iş bulma imkanı sağlayan kurumsal yapılar ve araştırma laboratuvarları... Üniversite hocası; elinde çanta proje peşinde koşan insan... Üniversite mezunu; çıkar çıkmaz yüksek ücretle iş bulan... Tüm dünyada gittikçe yaygınlaşan algı budur. Üniversitenin kimyası değişti. Artık pek çok ülkede bu savrulmanın sıkıntıları bir bir ortaya çıkıyor ve bunun önüne geçmek için dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar düzenleniyor, çalışmalar yapılıyor. O yüzden biz de "Nasıl bir yükseköğretim?" sorusunun cevabını vererek, yani zihniyet meselesini çözerek işe başlamalıyız.
YÖK'ün yetkilerini bu yüzden mi devrediyorsunuz?
YÖK eleştirilirken, yetkilerinden kaynaklanan uygulamaları kastediliyor. Başkan tayin edildiğimiz andan itibaren belli bir plan dahilinde üniversitelere yetki devirlerini başlattık. Önce yatay geçişleri bıraktık, daha sonra bütünleme sınavlarını, ikinci öğretimin başlama saatlerinin belirlenmesini... Aynı şekilde yaz okulu açıp açmama kararını da üniversitelere bırakacağız. Fakat bugüne kadar yetkilerimizin genişliğinden dolayı bizi protesto edenler bu sefer "Bunu niye üniversitelere veriyorsunuz?'' diye eleştiriyorlar şimdi. En radikal değişiklik ise disiplinle ilgili yetkilerimizi bırakmak. Konuya ilişkin yasa teklifi önerimiz bitti, bugünlerde Başbakanlık'a sunacağız.
Rektör ve dekan dışında...
Evet çünkü onları atamalarında bizim imzamız var. Yıllardan beri YÖK; akademisyenler üzerinde ceza veren, soruşturma açan, okuldan atan bir kurum olarak eleştiriliyordu. Artık bu sayfayı çeviriyoruz ve bir dönemi kapatmak istiyoruz.
"ATAMALARIN CUMHURBAŞKANI TARAFINDAN YAPILMASINA BÜTÜN REKTÖRLER ÖNEM VERİYOR"
Nasıl bir YÖK hayal ediyorsunuz?
Planlamaya ağırlık veren, bu planlamaya göre düzenleme yapan, bunun gereklerinin yapılıp yapılmadığının değerlendirmesi ve denetlemesini yapan bir YÖK. Dünyada yükseköğretimin nereye gittiğini gören, diğer taraftan Türkiye gerçeklerini göz ardı etmeden, popülist söylemlere girmeden, bir yükseköğretim politikası oluşturacak bir yapı. Kalkınmış ülkeler arasına girdiğimizde çok iyi yükseköğretim kurumlarımızın olacağı düşünülüyor. Halbuki ülkeler kalkındıktan sonra üniversiteleri iyi olmaz, üniversiteleri iyi ve gelişmiş olduğu için kalkınırlar.
Az önce yarım kaldı, rektör ve dekanları YÖK mü atamalı sizce?
Bütün fonlamanın bir merkezden yapılıp daha sonra bu merkezin, o kurumun üst yöneticilerinin seçimine karışmamasını istemek doğru ve gerçekçi mi? Ama bu seçimlerin üniversitelerde yara açtığı da biliniyor. Belki üniversiteler kendi içinde idari personelinin ve öğrencinin belli bir nispette yer aldığı bir arama komitesi oluşturabilir ve adaylar böyle belirlenebilir. Ve bundan sonra belirlenen adaylar yukarıya sunulabilir. Elbette daha başkaca öneriler de geliştirilebilir. Tabii geniş katılım gerektiren bir süreçle.
"Yukarısı" derken? "YÖK ve Cumhurbaşkanı" diyorsunuz. Peki ama geçmişte seçilmesine rağmen atanmayan rektörler için ne diyeceksiniz?
Birinci seçildikten sonra atanmama durumunu sadece bir sebeple izah etmek çok yanlış olur. Diğer taraftan atamaların Cumhurbaşkanı tarafından yapılmasına aslında bütün rektörler önem veriyor.
Neden?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni en üst düzeyde temsil eden bir zatın imzasıyla atanmış olmanın ayrı bir anlamı vardır. Ayrıca halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olmak, halkın iradesiyle ilişkilendirilen bir rektör olma sıfatına da sahip olmayı getiriyor beraberinde. Bu da yeni bir durum.
Habertürk
Anahtar Kelimeler: YÖK , KPSS , Mühendis Alımları , Yekta Saraç